Durdum, kırık kanatlı sevda kapılarının ay mehtabına karşı. Önümde, tarifsiz sancıları maviye boyayan kırılgan umutlar ve yalnızlığı yar diye bağrına basan bir şairden ateşli mısralar.
Okudukça göz pınarlarıma batan cam kırıkları kadar keskin göz yaşları ve satır aralarına gizlenmiş gülümseyen bir palyaçonun sanrıları...
Tümseklerinde yürüdüğüm bu yollardan daha çetin değil arnavut kaldırımları daha fazla şarap kokmuyor inan bana inandığım yalanın o alevli dudakları.
Oysa ne kadar da masum görünüyordu kirpiklerinde yağmur damlaları...
Sustum, kararan gecenin matemi içinde saygıyla yıldızlar geçidine birer birer akarken kuyruklarından umutlar onlar gökyüzünde birer yıldız gibi gururla kaydılar.
Bakmakla yetindim ıssızlığın içinden önemsiz gözlerimin dokunduğu her yerden doğarken düşüncelerim güneş gibi yeniden.
Anlaşılmazlık sarmalının anlıyordum dilinden peşin hükümlü yargılara köle zihinlerin yozlaşmış eğlencesinden kaçarken buldum kendimi buraya tam da buraya, bu boşluğa, ıssızlığa, aya...
Fakat kaçtıkça kovalayan bu ateşten kurtulmanın çaresi yok muydu ey tanrım! Sadece kendi sözlerini diledikleri gibi dinleyenlerden içi boş sevda kelimelerinden ve ezbere kurulmuş cümlelerden! Sabırsız yürüyüşlerden ve korkulan sevişmelerden, suçlamakta maharetli dillerin sözüm ona sevişlerinden inançlarından, küfürlerinden, anlayışsızlığından, küçümseyişinden...
Ah tutsa ya elimden tam da şu anda bir peri, çekip alıverse bu sahte manzaranın içinden beni ve sustursa sessizlikte saçmalayan kendi kendine geveleyip duran şu arsız dudaklarımı dudaklarıyla...
Ah bu manzara! Baktıkça hatırlayın şimdi bir adam var ayda!
Yorum yazabilmek için oturum açmanız gerekir.