AKREP

"Zaman geçiyordu, saatin tik-takları kulağımda patlayan bombalardı sanki!…"



AKREP

 

23 Kasım Cumartesi

Saat 23:30

                Önemsiz bir yer önemsiz biri.

       

 

                     

 

Zaman geçiyordu.

Saatin tik takları kulağımda patlayan bombalardı sanki.

                -Yeter!..

                Sessizlik.

                Yalancı sessizlik! Tik taklar durmamıştı; ben şimdi başka bir yerdeydim.

                Başım ellerimin arasında, gözlerim yerde.

                Başım dönmeye başladı bakışlarımı yerden kaldırırken.

                Sert bir rüzgarla rotasından çıkmış bir yelkenli gibiydim.

                Bilmek istiyordum

                -Söyleyin bana neredeyim?…

                Sessizlik.

                Bu doğruydu işte, yalnızdım, gerçekti sessizlik

                Derken yeniden hatırladım.

                Zaman geçiyordu.

                Saatin tik takları kulağımda patlayan bombalardı sanki.

               

                Ay ışığı odamdan içeriye süzülüyordu. O büyüleyici ışık geçidinde uçuşan toz zerreciklerini görüyordum. Başım ellerimin arasında.                Karanlık odam bombalarla sarsılıyordu. Tik-tak…Tik-tak. Çıldırtıcı bir melodi olmuştu artık duvardaki saatin sesi. Bu oda ve içindeki her şey kiralıktı onun gibi. Bana ait değillerdi. İşte tam o anda kapım çalındı.

               

                "Hayal" dedim kendi kendime.

                Tak-tak

 

                Hayır hayal değil gerçekti. Gerçekten de kapım çalınıyordu. Fakat kim olabilirdi ki bu saatte?!…

                -AÇMA! dedi içimdeki ses.

                TAK-TAK-TAK

                Işık da kapalıydı! Beni çıldırtan o tik taklardan başka bir ses de yoktu ki odamda!..Zaten tek odalıydı evim.

Evim dediğim bu oda!.

 

                Tak-tak-tak

 

                “Evde olduğumu bilen biri olmalı. Komşularımdan biridir belki, hiç tanımadığım; bir kelime dahi etmediğim komşularımdan biri?..”

 

                Dikkatle yöneldim kapıya; dinleyerek. Saat de dikkat kesilmişti benimle. Belki de durmuştu!..

Kapının tokmağını usulca kavradım açıp ardındakini görmek için…

                -AÇMA! diye yeniden haykırdı yine içimdeki ses.

                “Saçma! Burada olduğumu nasıl öğrenecek?” diye çıkıştım ona.

 

                TAK-TAK-TAK-TAK

                Sıçradım. Bir kutuya koymuşlardı beni. Etrafımda geziniyor, ellerine geçirdikleri sopalarla, beni hapsettikleri bu kutunun duvarlarına vuruyor, tepkimi ölçmeye çalışıyorlardı!

                Belki de kapının diğer tarafındaki oydu! Tanrım!..Ben bir karar veremeden beni bulmuştu!

                Titredim! Kapının tokmağını tutan elim benden daha çok titredi!

                Odam şimdi daha da küçüktü!

                Alnımdan süzülen tuzlu sıvının tadını alıyordum dudaklarımla.

                O an kapının kolu usulca yerinden oynadı. Çekiverdim elimi ivedi!

                -DİĞER TARAFTAKİ İÇERİ GİRMEYE ÇALIŞIYOR

                -KAÇ!

               

                Geriledim ayağım kendi botuma takıldı ve sendeledim. Neyse ki evimi tanımıştım. Işığa ihtiyacım yoktu. “Belki de şimdilik vazgeçer!…” diye ümitlendim.

                Kapının kolu daha hızlı ve sert oynadı. Görünüşe göre vazgeçmeyecekti.

                Kapıyı zorluyordu!

               

                -O GELDİ!

                -KAÇ

                -KAPIYI AÇMAK İSTİYOR

                -DİĞER TARAFTAKİ İÇERİ GİRMEYE ÇALIŞIYOR

                -SİLAHINI AL VE TEKRAR DURDUR ONU!

                “Evet durdurmalıyım, bunu tekrar yapmalıyım. Sonra belki bir kez daha…”

                Dolabı açtım. Eski tahta dolabın kapağı gıcırdadı. Penceremden gelen ay ışığı soğuk metalin üzerinden göz kırptı sinsice……..ve sokak kapım parçalandı!

 

  

***                        ***                        ***

                

24 Kasım

07:20

Sakin bir sokakta Pazar sabahına ait.

Henüz gözlerimi yeni açıyorum;    

Merhaba dünya!

                -Ne kadar güzel!.. Tanrım!… İnsanın gün ışığını görmesi ne güzel!

                Bu sabah yine tenimi okşuyorsun güneş, bıkıp usanmadan her sabah yaptığın gibi.

                Bu sabah yine ışık saçıyorsun güneş, bıkıp usanmadan, sönmeyecekmiş gibi

                …ve tabii umut dağıtıyorsun, bilmiyormuşsun gibi; karanlığın çökeceğini!

 

Gevezeliğim tuttu yine Bakma kusuruma

Dağıt yine ışığını, darılma bana.

Ben kalkıyorum karnımı doyurmaya

Fakat bil ki içtendir teşekkürüm bu güzel sabaha!

 

            Hayattaki 21. yılım böyle ışıl ışıl bir sabah ve yine ışıl ışıl parıldayan gözlerimle başlamıştı.

Bir şey beklemiyordum bu hayattan mutluluktan başka. Cüretkar kalbim oraya buraya sıçrıyor, daldan dala konuyordu fakat ben hep o uzak mutluluğu arıyordum. Sanırım bu hayatta olmamam gerektiği kadar duygusaldım. Fakat bu duygusallığın zararları olduğu kadar yararları da olmuyor değildi.

            Kendimi bir toplama kampı gibi hissediyordum. Atılmış, bir kenara itilmiş duyguların barınağı. Öldüklerini görüyordum insanların içlerinde kaybolan düşleriyle birlikte. İşte ben onların düşlerini topluyordum. Bu bana ayakta durma şansı veriyordu.

            Bir de korkuları vardı insanların, kaybetme korkusu; elindekileri yitirme ya da asla sahip olamama korkusu. Bu yüzden kendi hayalleri bir kenara itilmişti. Hatta bu nedenle başkalarının düşlerini de ellerinden alıyorlardı. Onları umutsuz, zayıf, itaatkar yapıyorlardı. Onların belki de bin bir güçlükle, kendi elleriyle oluşturdukları dünyayı yerle bir ediyor, bu da yetmiyormuş gibi onları kendi yaptıkları ufacık odalara tıkıveriyorlardı. İşte bu korku sebep oluyordu insanların bu duruma düşmelerine. Oysa hayallerine sıkıca sarılsalar kim bilir başka hangi dünyaların kapılarını açacaklardı o insanlar. Yapılması gereken anahtarın ellerinde olduğunu hatırlatmaktı. İşte ben bunun için savaşıyordum.

            Ve bir de benim gibiler vardı. Kendinden çok başkalarıyla ilgilenen, kullanıma açık, kullanma karşıtı ve belki bu yüzden kaybetmek zorunda kalacak insanlar. Kendi düşüncelerini önemsemeyen, acılarını kendi kalplerine gömerek bir bakıma kendilerini zehirleyen akrepler.

            Düş tacirleriydi onlar. Nerede insana umut veren bir çöp bulsalar kullanırlardı. Çöp dediğim de bu arada hayalden başka bir şey değil. Öyle ya hayatta hayale yer yoktu! Gerçekti hayat yalnızca. Yalnızca gerçek! Elle tutulan, elle tutulabilecek olan. Gözle görülen, gözle görülebilecek olan. Maddeydi veya maddeye dönüştürülebilecek olandı. Paraydı ve onun satın alabileceği her şeydi! Sevgi değildi yada sevgiyi aramak değildi. Çünkü sevgi gözle görülebilen değildi veya gözle görülebilecek bir şey kazandırmıyordu insanlara. Yani o dahi sokağa atılmıştı.

            İnsanlar çıkarları peşindeydiler. Kazanmak, kazanmak ve yine kazanmak isterlerdi. Kaybetmemeyi dahi düşünmezlerdi. Gözleri kör olmuştu. Yere düşen kurumuş bir yaprağın, gökyüzünde özgürce uçan kuşların, kumsalda sahili yalayan dalgaların ve limandan kalkan gemilerin verdiği duyguyu alamaz olmuşlardı. Öyle ya, alsalar ne olacaktı! Ne kazanacaklardı!

            Onlar şimdi akrebin zehrine muhtaçtı.

            O insanların içinde büyümüştüm ben de. Bu nedenle kimi zaman onlar gibiydim. Onlar gibi aciz. Fakat asla onlar gibi hayallerimi atmadım, gerçeğe onlar kadar bağlanmadım. Ben hayallerine ihtiyacı olduğunu bilen insanlardandım. Fakat maalesef akreptim. Zehrim de içimde bir çığ gibi büyüyen hüzünlerdi.

            Ender zamanlarda mutlu olurdum. Bu gün de o günlerden biriydi. Mutluydum işte! Güneş bugün bir başka güzeldi benim için. Bir de dün gece zehrimi bir başkasına boşaltmak zorunda kalmasaydım!…

                                                                                

– BİTTİ –

 İsmail Kaya

24 / 11 / 97 

Bu konuda bir fikriniz mi var?

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.